22 Eylül 2013 Pazar

Kariye Kilisesi, Geç Bizans Mimarisi ve Paleologos Rönesansı'nın en güzel örneği

14. yüzyıl başında geçirdiği büyük restorasyon sonrasında halka açıldığında, Kariye Kilisesi'nin duvarlarındaki resimleri ilk defa gören Konstantinopolis halkı, yüzyıllardır alıştıkları derinlik duygusu olmayan, donuk ve fazlasıyla tanrısal ikonalar yerine gerçekçi, hümanist  ve en önemlisi derin bir perspektif duygusuyla adeta üç boyutlu resmedilmiş mozaikleri ve freskoları görünce çok şaşırmış olmalı. Sanat tarihçisi Otto Demus, Kariye Kilisesi'ni Bizans'ın ve alışılagelmiş Ortaçağ sanatının tüm kurallarının yıkıldığı yer olarak tanımlar. Birbirinden bağımsız ve neredeyse aynı anda, İtalyan ressam Giotto İtalya'da Arena (Scrovegni) Şapeli’nde ve bugün maalesef adını bilmediğimiz Bizanslı sanatçılar, Konstantinopolis Kariye Kilisesi'nde, Eski ve Yeni Ahit'in yüzyıllardır aynı donuk ve cansız şekilde resmedilen sahneleri ve yüzlerini bambaşka bir biçimde resmetmeye başlamıştı. Yaptıkları işin yüzyıllar sonra resmin Rönesans'ını başlatmak olduğunu bilseler herhalde onlar da en az yaptıkları sıradışı moziklari ve freskoları ilk defa gören halk kadar şaşırırlardı.



Kariye Kilisesi Tarihi Yarımada'da, Teodosius surlarının hemen içindedir. Antik Yunanca'da "kırsal alan, şehrin dışında kalan" anlamındaki Kariye (Chora) ismini ise bir zamanlar şehrin önceki sınırları olan Konstantin Surları'nın dışında olmasından alır. Eskiden bir çok yapıdan oluşan ve oldukça büyük bir manastır olan Kariye'den günümüze sadece kilise kısmı kalmıştır. İlk yapılış tarihi tartışmalı olmakla beraber 3. yüzyıl olduğu sanılmaktadır, o zamanki şehrin oldukça dışına yapılan yapı bir dini merkez olarak önemini 4. yüzyılda erken Hristiyanlık döneminde İznik'te Romalılar tarafından öldürülen Aziz Babylas'ın mezarının içine taşınması ile kazanır.

Giotto di Bondone - Scrovegni
Şapeli - 1306
İlk büyük yapısal genişlemeyi 6. yüzyılda İmparator Justinianus zamanında yaşayan manastır sonrasında birçok defalar yeniden yapılacak, onarılacak ve yeni yapılar eklenerek genişleyecektir. Mezarlık kısmı ilerleyen yüzyıllarda birçok patrik ve önemli azizi ağırlayacak olan manastır gittikçe önem kazanır. 11. Yüzyılda Sarayburnun'daki Büyük Saray'ın gözden düşüp yerine Manastır'ın tam yanındaki Blakernai Sarayı'nın kullanılmaya başlanması ile beraber dini törenlerde Aya Sofya'dan Kariye Kilisesi'ne kayar. 1204 -1261 yılları arasındaki Latin İstilası'nda Manastır maruz kaldığı yağma ve üstüne 1296 yılında meydana gelen depremle beraber tabiri caizse tam bir harabeye döner.
Tarihin en büyük şapkalı adamı, Methochites İsa'ya Kariye'yi takdim ediyor.
Bu mozaik hemen girişte ana kapı üstündedir.
Kariye'yi ayağa dönemin önemli ismi Theodore Methochites kaldırır. 1260 yılında İmparator Michael VII. Paleologos'un sarayının önemli isimlerinden George Metochites'in oğlu olarak İznik'de dünyaya gelen Methochites, Konstantinopolis'te iyi bir eğitim alır ve zamanla başbakanlığa (Mega Logothetes) yükseleceği İmparator II. Andronikos'un sarayında kendine danışman olarak yer bulur. Babası George Metochites gibi kendisi de Ortodoks ve Katolik Kiliselerinin birleşmesinin koyu bir taraftarıdır. Devlet adamlığının yanı sıra, yazar, filozof ve hatta bilimadamı da olan Metochites ölürken geriye şiirler, Aristocu ve Platoncu felsefe üzerine denemeler ve astronomi üzerine kitaplar bırakır. Yaşadığı devrin imparatordan sonra en zengin ve nüfuzlu şahsiyeti olan Methochites, her açıdan ilginç bir adamdır; başbakanlığa kadar yükselecek yönetim yeteneği ve azme sahip olan Methochites aynı zamanda felsefe denemeleri ve astronomi hesap tabloları yazan, hakkında söylenenlere göre gündüzleri devlet adamlığı geceleri bilim adamlığı yapan nevi şahsına münhasır bir şahsiyettir. O zamanlar çok revaçta olduğu üzere, aynı İtalyan Medici'ler gibi, Bizans'ın zengin aristokratları da servetlerinin bir kısmını sanat ve bilimi desteklemek için kullanır, çoğunlukla da  kilise yaptırır ve içinin resimlerini zamanın ünlü ressamlarına çizdirirdi. Bu bir çeşit günah çıkarma ve kazanılan gücün ve paranın bir kısmının halka geri ödenmesiydi. Yaptıran ister banker Medici'ler, ister başbakan Methochites olsun, yaptırılan ister cami, ister kilise olsun, demek ki hiçbir devirde çok para günahsız olmuyormuş... Neyse, konumuza geri dönelim, Methochites için rüzgar 1328 yılında imparator değişimiyle dönecek, yeni imparator kendine tehdit gördüğü Methochites'in tüm mal varlığına el koyup önce sürgüne gönderecek sonrasında ise bir keşiş olarak bir zamanlar kendi restore ettirdiği manastıra, yani Kariye'ye bir keşiş olarak dönmesine izin verecektir. Methochites hayatının son yılarında bir zamanlar gücü ve servetiyle yaptırdığı, duvarlarına sahip olduğu vizyonla resim sanatında bir devri kapatıp bir devri açacak kadar ilerici, görenleri hayretler içinde bırakan güzellikte mozaikler ile süslettiği manastırında hüzün ve melankoli içinde hayatının son yıllarını sıradan bir keşiş olarak geçirir ve 1332 yılında ölür. Mezarı Kilisenin içinde, cenaze şapelinde, Paracclesion kısmındadır.

Kariye'de her biri Eski ve Yeni Ahit'ten önemli sahneleri resmeden yirminin üstünde mozaik olmasına rağmen bu yazıda en beğendiğim ve sanatsal açıdan önemli bulduğum üç tanesini detaylı olarak anlatmaya çalışacağım:

Suriye valisi Cyrenius'un huzurunda nüfus sayımı ve vergi için kayıt olma


Bu mozik kilise narteksinin sol kısmında bulunur. Tüm yapının en güzel mozaiklerinden biridir. Yapan sanatçının arkadaki binalar ve ağaç ile yarattığı derinlik ve perspektif duygusu ve yüzlerdeki canlı ifadeler şaşırtıcı derecede güzeldir. Mozaiğin konusuna gelirsek; Roma İmparatoru Augustus vergi hesaplamaları için tüm Roma vilayetlerinde nüfus sayımı yapılmasını emreder, o devirde nüfus sayımlarında herkes doğduğu şehre giderek sayıldığı için Yahya'da eşi Meryem'i de alarak yaşadıkları şehir Nasıra'dan memleketi Beytüllahim'e gider. Mozaik, o zaman ki Suriye valisi Cyrenius'un huzurunda vergi için nüfusa kayıt olan Meryem ve hemen arkasında Yahya'yı gösterir. Mozaiğin sol tarafında Cyrenius arkasında bir Roma askeri ile altın bir tahtta oturmakta, orta tarafta iki nüfus ve vergi memuru kayıt işlemini yapmakta ve sağ tarafta ise Meryem ve Yahya sorulan sorulara yanıt vermektedir.

Paracclesion, cenaze şapelinde ki Anastesis (Mahşer günü) konulu fresko.





Paracclesion kısmının sonundaki yarı kubbededir ve beyazlar içindeki İsa'nın mahşer günü cehennemin kapılarını kırarak Adem ve Havva'yı mezarlarından çıkarıp diriltmesini anlatır.  Buradaki en ilginç detay freskonun sol tarafında ki kalabalığın önünde duran Abil'dir. Havva ve Adem'in çocukları Kabil, ilk doğan insan ve kıskançlıkla öldürdüğü öz kardeşi Abil ise ilk ölen insandır. Burada Abil elinde tuttuğu çoban asası ve arkasında duran azizler ile resmedilir, arkasına doğru bakar, öz kardeşi tarafından öldürülen Abil'in yüzündeki genç ve hüzünlü ifade etkileyicidir. Bu fresko 14. yüzyılın başında çizilirken Caravaggio ve Rembrandt'ın karanlık fonların önünde bizi resmin öznelerine ışık tutarak büyülemesine daha yüzyıllar vardı ama simsiyah gecenin ve yıldızların içine yerleştirilmiş bembeyaz giysileriyle İsa bakana daha ilk anda ben burdayım der.


Meryem'in anne ve babası Anne (Hannah) ve Joachim'in  (İmran) Meryem'in doğacağı müjdesine beraberce sevinmeleri


Bu mozaik Meryem'in hikayesinin anlatıldığı iç narteks kısmındadır. Çocukları olmayan Hannah ve İmran'a Meryem'in doğacağı müjdesi melekler tarafından verilir. Bu mozaikte beni etkileyen Hannah ve İmran'ın birbirlerine sarılışlarının doğallığı ve güzelliğidir; bu hem Ortodoks hem de Katolik kiliselerinde çokça resmedilen "Tanrıanasına (Meryem) gebe kalış" (the conception of the theotokos) isimli freskodur ve böylesine gerçekçi, yüzlerin öpüşürcesine birbirine yakın olduğunu bundan öncesinde, Ortaçağ'da pek görmeyiz.

Click here for English

21 Nisan 2013 Pazar

Akdeniz’in tahıl ambarı Mısır

Bundan bir süre önce Roma halkının bedava "ekmek ve eğlence" uğruna politik özgürlüklerinden vazgeçtiklerini söylemiş ve meselenin eğlence kısmından, yani devlet tarafından halka sunulan gladyatör dövüşleri ve at arabası yarışlarından bahsetmiştik. Bu yazıda işin bedava "ekmek" kısmını konuşacağız; Roma ve Konstantinopolis'te her gün halka bedava ekmek dağıtmak, Roma ve Bizans İmparatorluklarında yöneticiler için isyansız ve sorunsuz bir şekilde iktidarda kalabilmenin en önemli şartıydı. Osmanlı zamanında ekmek artık tüm başkent halkına değil, sadece imaretler aracılığıyla yoksullara dağıtılıyordu ama veziri azamın en önemli görevlerinden biri her hafta bizzat çarşı pazar gezip ekmeğin gramajını ve fiyatını, tahıl ambarlarındaki tahıl stoğunun miktarını kontrol etmekti. Tam iki bin yıl boyunca, Roma'dan Bizans'a, Bizans'tan Osmanlı'ya, başkentin tahılının büyük kısmı tek bir yerden, Msır'dan, namı diğer “Akdeniz'in tahıl ambarı”ndan geldi. Oxford Üniversitesi'nden Tarihçi Peter Garnsey İmparator Agustus zamanında, birinci yüzyılda Mısır'dan Roma'ya yılda yaklaşık yüz bin ton tahıl gönderildiğini söylerken, dördüncü yüzyılda Mısır'dan Konstantinopolis'e şehrin o zamanki nüfusu olan yarım milyon insanı doyurmak için yılda yaklaşık iki yüz elli bin ton tahıl gönderilmekteydi. Mısır'dan yelkenli gemilerle gelen tahıl bugünkü adı Bozcaada olan Tenedos'ta depolanır, Konstantinopolis'e ihtiyaç kadar yavaş yavaş gönderilir ve bu tahıllardan yapılan ekmekler her sabah başkent halkına bedava dağıtılırdı.  Bizans İmparatoru Justinianos zamanında Konstantinopolis'te günde yaklaşık seksen bin somun ekmek dağıtılmaktaydı. Bedava ekmek uygulaması, Arapların Mısır'ı Bizans'ın elinden almasıyla bitmiş ve artık ağırlıklı Balkanlar'dan gelen tahılla yapılan ekmek halka ilk defa parayla satılmaya başlanmıştı. "Tahıl ambarını" kaybeden imparatorluğun başkentinin halkı bin yıldır bedavaya yediği ekmeğe ilk defa para verince kendini çok kötü hissetmiş olmalı. Duygulardan bahsetmişken, bir de yüzyıllar boyunca tahılını vergi olarak sömürgecisinin başkentine gönderen Mısır halkının duygularından da bahsetmek gerekir belki. 16. Yüzyılda Osmanlı Mısır'ı Memluklerden alınca tahıl yüklü gemiler tekrar İskenderiye'den İstanbul'a doğru yola çıkarlar ama ekmek bir daha bedava olmaz.

Mısır duvar resmi / Buğday Hasatı
Mısır'ın liman şehri İskenderiye gerek başkent Roma iken, gerek Konstantinopolis iken, Roma'nın, Bizans'ın ve Osmanlı'nın en önemli ikinci şehri oldu. Her üç imparatorluğun da başkentindeki kalabalık nüfus Mısır'dan gelen tahılla karnını doyurduğu için Mısır'ın yönetimi de her zaman diğer vilayetlerden farklı ve yarı özerk oldu. Ama asla yerel olmadı; Mısır, Mısırlılara bırakılamayacak kadar değerli bir şeye sahipti. Akdeniz etrafında Mısır kadar çok, atanmış yöneticilerin isyan edip bağımsızlıklarını ilan ettikleri vilayet pek yoktur. Mısır valisinin tahıl gemilerini başkente göndermeyi durdurması hemen önlem alınmaması durumunda zincirleme bir reaksiyona yol açıyor, birkaç ay içinde başkentte iktidarın sihirli değneği olan bedava ekmek uygulaması bitiyor sonrasında ekmek parayla bile zor bulunuyor ve sonunda halk imparatora veya sultana isyan ediyordu. Yani Mısır valisi her üç imparatorlukta da imparatordan sonraki en kuvvetli ve imparatora karşı da en büyük riski teşkil eden yönetici oluyordu.

Pompei duvar resmi / Ekmek fırını
Roma zamanında tüm diğer eyaletlerin başında senatodan yetki alan valiler varken İskenderiye'nin yöneticisi imparator tarafından atanır, "praefectus" sıfatı taşırdı ve diğer valilere göre çok daha fazla yetkiye sahip olurdu. Mısır'da ilk isyan Roma İmparatoru Markus Aurelius zamanında çıkar, 175 yılında Mısır'ın komutanı Avidius Kassius bağımsızlığını ilan eder ama isyan bastırılır. 193 yılında Mısır komutanı Pescennius Niger kendini imparator ilan eder. Roma imparatoru Septimius Severus, oldukça esmer olduğu için ismi siyah anlamına gelen Pescennius Niger'in ordularını yener ve Mısır'ı geri alır (kaderin oyunu bu ya, Septimius Severus  bu isyanı bastırır bastırmaz bu sefer de imparatorluğun kuzey batisina, teni ve saçları çok açık renkli olduğu için ismi beyaz anlamına gelen İngiltere ve İspanya valisi Claudius Albino'nun isyanını bastırmaya gidecektir). Niger isyanı ile ilgili, Nikea (bugünkü İzmit) doğumlu Roma senatörü ve tarihçi Kasius Dio’dan öğrendiğimiz bir başka ilginç hikaye ise Bizantium yani bugünkü İstanbul'un da tarihindeki en büyük yıkımı bu isyanla görmüş olduğudur; Septimius Severus kendisine karşı Niger'in yanında saf tutan, tabiri caizse “yanlış ata oynayan” Bizantium'u , şehri aldıktan sonra ceza ve ibret olsun diye surları ve tüm önemli binaları dahil olmak üzere yerle bir eder ve halkının yarısına yakınını öldürür.  Üçüncü yüzyılda vilayetlerden biri iken Roma'ya isyan ederek kurulan Palmira İmparatorluğu ilk iş olarak tahıla ulaşmak üzere Mısır'ı alır ve Roma'ya giden tahılı keser. Sonrasında Roma ordusu gelir ve hızla tekrar Mısır'ı geri alır. Bizans İmparatorluğu zamanında ise Konstantinopolis'e gönderilen tahıl altıncı yüzyılda Sasanilerin iştahını kabartır, Bizans İmparatoru Heraklius Mısır'ı işgalci Sasanilerden geri almayı başarsa da sonunda 641 yılında Arap işgaline engel olamayacak, takip eden dokuz yüzyıl boyunca Mısır dört defa daha el değiştirecektir, sırasıyla Araplar, Fatımiler, Eyyubiler ve Memlukler tarafından işgal edilecek ve Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim'e kadar Mısır'dan İstanbul'a tahıl akışı duracaktır. Osmanlı imparatorluğu da Mısır'ı korumak için büyük emek harcayacak ama daha 1800'lerin başında aynı Roma ve Bizans zamanında olduğu gibi kendi valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya kaptıracaktır. Kavala doğumlu Osmanlı Paşası Mehmet Ali Mısır'da kuşaklar boyu babadan oğula geçecek olan kendi Hidivliğini ilan edecek ve Mısır'ın hâkimiyetini aldıktan sonra Suudi Arabistan, Sudan, Kudüs, Beyrut ve Suriye'yi de alacak ve adeta imparatorluk içinde imparatorluk kuracaktır. Yönetimin babadan oğula geçtiği Mısır Hıdivliği sadece kağıt üstünde Osmanlının bir vilayeti olur ve hatta II. Mahmud'la yaşadığı bir anlaşmazlık sonucunda kızıp ordularıyla Mısır'dan İstanbul'a yürüyen Kavalalı'yı Osmanlı ancak Kütahya'da Rusların yardımıyla durdurabilmiştir. Yabancı devletlerin araya girmesiyle Mısır'a dönen Mehmet Ali Paşa öldüğünde geriye 100 yıl boyunca Mısır'ı yönetecek olan hanedanını bırakır.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa
Son yüz elli yılda hem dünya hem de gelişmiş ülkelerin gelişmemiş ülkelere bağımlı oldukları ihtiyaçları çok değişti. Bugün modern tarım teknikleri sayesinde ABD dünyanın en büyük tahıl ihracatçısıyken, uğruna bunca savaş çıkan Akdeniz'in eski "tahıl ambarı" Mısır bugün dünyanın en fazla tahıl ithal eden ülkesi. İnanılmaz değil mi? Buna mukabil, dünyanın en çok petrol ihraç eden ilk on ülkesi ağırlıklı Ortadoğu ülkelerinden oluşuyor. Mısır'ın yerini doğal kaynak zengini Ortadoğu ülkeleri, tahılın yerini ham petrol, tahta yelkenlilerin yerini dev tankerler aldı ama ne mal akışının yönü ne alan-verenin ilişkisinin özü iki bin yıldır değişmedi. Başkentindeki kalabalık nüfusun tahıl ihtiyacını karşılayamazsa çıkacak isyanla tahtını kaybedecek Roma imparatorunun, seçimlerden önce ham petrolün varil fiyatına dertlenen başkandan pek bir farkı yok.

Click here for English

4 Şubat 2013 Pazartesi

Bir etik rehber olarak İlyada

Annesi Musa’yı bir sepette Nil Nehri’ne bıraktıktan 400 yıl sonra, Meryem’in Nasıra’da İsa’yı dünyaya getirmesinden 1200 yıl önce, bugünkü Türkiye’de, Çanakkale’de, bir Anadolu uygarlığı olan Troya şehri Yunanistan’dan gelen Akhalar yani Hellen kavimleri tarafından 10 yıllık bir savaştan sonra yıkıldı. Biz bugün, 3200 yıl sonra, bu savaşın hikâyesini İzmirli şair Homeros’un destanı İlyada’dan öğreniyoruz.
Homeros’un İlyada Destanı’nı derlediği milattan önce sekizinci yüzyıldan, modern anlamda felsefenin köklerinin Atina’da filizlendiği dördüncü yüzyıla kadar, dört yüzyıl boyunca İlyada Ege Denizi etrafında Yunan toplumunun değerlerini belirleyen yegâne yazılı eser olur. Bugün bizim için güzel bir şiir, eski bir destan olan bu kitabın o zamanlarda farkli bir islevi vardı. İlyada eğitim için kullanılan neredeyse tek yazılı metindi. Okul eğitiminin ve dini eğitimin en önemli kısmı İlyada ezberiydi. Bugün nasıl insanların büyük çoğunluğu değerlerini, doğrularını ve yanlışlarını inandıkları dinlerin kutsal kitaplarından öğreniyorsa, o zamanlar da bunları İlyada’dan öğreniyordu.  Ta ki Sokrates ve Platon, İlyada’da bahsedilen, tanrıların insanları gönüllerince cezalandırıp ödüllendirdiği dini düzenle, şan ve şerefin sadece savaşlardaki cesaret ve dirayetle kazanıldığı etik sistemin felsefe ile eleştirisini yapıp, “Neye göre yaşamalıyız, doğru ve yanlış nedir? Etik nedir?” sorularını sorana kadar. Homeros’un sorumsuz tanrılarını eleştirmek, gençleri zehirlemekle suçlanan Sokrates’in hayatına mal oldu. İki filozof bir manada kutsal kitabı İlyada olan çok tanrılı pagan dinleri bitirip, bildiğimiz anlamda tek tanrılı ve kutsal kitaplı dinlerin kapısını açan süreci başlatıyordu, her ne kadar tam olarak istedikleri bu olmasa da…
Büyük İskender mezara Homeros’un İlyada’sının konulmasını emrediyor. - Jean Pénicaud III – 16. YY. Hocası Aristoteles de olsa, Büyük İskender de İlyada ezberi ile yetişmişti, rivayete göre her akşam yastığının altına İlyada’yı koyarak uyurmus.
İlyada’nın Dili
Homeros aslında bu savaştan yaklaşık 400 yıl sonra yaşamıştı, on beş bin küsur dizelik destan şiiri tek başına yazdı demektense, sözlü bir geleneğin ürünü olan, yüzyıllardır biriken, birbirinden ayrı parçaları derledi ve İlyada’yı oluşturdu demek daha doğru olur sanırım. Onun yaşadığı yıllarda muhtemelen İlyada çoktan oluşmuştu ve dizeleri gezgin ozanlar tarafından ezbere söyleniyordu, O ise muhtemelen bu dizeleri alıp yazıya döken ilk kişiydi.
Homeros – Büst – Helenistik Dönem
Bugün bizler bu dizelerin kendi dilimize çevirilerini okuyoruz. Şiirler en iyi çeviride bile orijinalinin tadını veremezken, insan haklı olarak çevirisi bile böylesine güzelse kim bilir aslı ne kadar güzeldi acaba diye düşünür. Homeros bu dizeleri İon lehçesiyle eski Yunanca olarak yazdı, artık koskoca dünyada çok az sayıda insanın İlyada’yı Homeros’un dilinden okuyabildiğini düşünmek garip bir his. Aşağıdaki linkten Kansas Üniversitesi’nde Eski Yunanca ve Latince profesörü Stanley Lombardo’nun sesinden İlyada’nın, Homeros’un yazdığı Eski Yunanca okunuşunu bulabilirsiniz; dilinin neye benzediğini anlamak ve fikir vermesi için faydalı olabilir. Ben maalesef Yunanca bilmiyorum ama eğer kulaklarım beni yanıltmıyorsa, modern Yunancadan oldukça farklı ve tam da hayal ettiğim gibi bir müziği var. İnsanlar bu destanı üç bin yıldır boşuna bu kadar sevmemiş.
https://www.youtube.com/watch?v=blRs0_gFG4Q


Akhilleus can dostu Patroklos’un yaralarını sarıyor. – MÖ 5. Yüzyıl Yunan vazo deseni
Destanın konusu
Koskoca İlyada’yı bir paragrafta özetlemeye çalışmak iddialı bir girişim olacak ama çaresiz deneyelim;
Hikaye Troya savaşı esnasında Yunan kralı Agamemnon’un yine kendi tarafında savaşan Akhilleus’un tutsağı Briseis’i zorla alması üzerine, Akhilleus’un Kral Agamemnon’a küserek savaşmayı reddetmesi ve çadırına çekilmesi ile başlar.  Sonrasında en yakın dostu Patroklos’un öldürülmesi üzerine tekrar savaşa katılan Akhilleus’un, Troyalı Prens Hektor’u öldürmesi ve cesedini babası Troya Kralı Priamos’a vermesi ile son bulur. Birçok insanın zannettiğinin aksine kitapta on yıllık savaşın ne başı ne sonu vardır; Homeros bize sadece savaşın dokuzuncu yılında elli bir günlük bir süreyi anlatır. Her ne kadar destanda Homeros bize savaşın çıkış hikayesini, yani Troya Prensi Paris’in Yunan prensesi Helen’i kaçırması üzerine, bir kadın anlaşmazlığı sonucunda çıktığını anlatsa da savaşın sonundan pek bahsetmez,  Troya Atı ve benzeri hikayeler için Odysseia ve dönemin diğer destanlarını okumanız gerekir. 
Hikayenin kahramanı Akhilleus gibi gözükse de bence aslında gizli kahraman Paris’in kardeşi Hektor’dur. Hektor hikayedeki tek doğru ve sorumluluk sahibi kahramandır. Kendisinin başlatmadığı bir savaşta şehrini, yeni doğmuş bebeğini ve karısını korumaya çalışır. Başına gelenleri kabul edişindeki olgunluk, sorumluluklarına olan bağlılığı insanı şaşırtır. Kendisi de Anadolulu, İzmirli olan Homeros, destan boyunca Hellenlerin yiğitliklerini ve cesaretlerini över ama aslında satır aralarında gerçekte övdüğü, medeni ve akıllı Troyalılardır. Destanın artık tüm Ege Hellen hâkimiyeti altındayken yazıldığını, İonyalı yani Anadolulu bile olsa yazarın koruması gereken politik dengeler olduğunu unutmamalıyız.
Hektor’un cesedi Troy’a taşınıyor.- MÖ 2. YY – Roma kabartması – Louvre Müzesi
Şimdi gelelim gerçek hikayeye; Hellenler Yunanistan’a kuzeyden inen kavimlerdir ve bir sonraki durakları toprakları, zenginliği ve medeniyetiyle iştah kabartan Anadolu devleti Troya olur. Yani bu son derece pragmatik, ekonomik sebeplerle şekillenmiş, genişleme amaçlı bir yağma savaşıdır. Destan Hellen hakimiyeti esnasında yazıldığı için Hellenlerin bu savaşı Prenseslerinin kaçırılması üzerine haklı olarak çıkardıklarını iddia eder ve işgali aklamaya çalışır. Savaş Hellen kavimlerinin Anadolu’daki zenginliğe, ticarete ve özellikle bronza ulaşması için yapılır. O esnada Anadolu’da bulunan Hititler, Frigyalılar ve Lidyalılar muhtemelen Troyalılarla müttefik olur ve Troya saflarında Anadolu’yu korumak için savaşa katılır. Hellen tarafı da yine bir toparlama ordudur, Agamemnon’un başında olduğu ordu tüm Hellen krallıklarından, yani Ege’nin karşı tarafından toplanır.
Troya savaşı aynı zamanda Anadolu’daki Hellen hakimiyetinin de başlangıç noktasıdır.
Tanrılar
Homeros destana tanrıları da dahil eder, neredeyse insanların yanında onlar da saf tutar ve savaşır. Buradaki ilginç nokta ise Anadolu’ya gelen Hellenler’in kendi pagan tanrıları ile Anadolu’daki Troya, Lidya, Frigya ve Hitit medeniyetlerinin pagan tanrılarını birleştirerek oluşturdukları Olimpos Tanrıları’nın üstü kapalı doğuş hikayesini destanda bulmamızdır. Destan boyunca Hera, Athena ve Poseidon Hellenlerin yanında, Apollo, Afrodit ve Artemis Troyalıların yanında yer alır. Bu tanrıların da savaşa destekledikleri tarafların yanında katıldıklarını görürüz. Bu da son derece doğaldır, zira savaş sadece Anadolu ve Hellen halklarının savaşı olmaktan çıkmış, aynı zamanda Anadolu kökenli pagan tanrılarla Hellen kökenli pagan tanrıların da savaşına dönüşmüştür. Savaş bitip de Ege’nin her iki yakasında da Hellen hakimiyeti kurulunca, Anadolu kökenli pagan tanrıları da Hellenlerin içinde erimiş ve bence dengeyi korumak için bir de tarafsız lider kültü (Zeus) ile iki halkın dini inançları arasında bir ortak uzlaşmaya varılarak bugün bildiğimiz Yunan mitolojik tanrıları ortaya çıkmış.
Anadolu kökenli tanrı Apollo
Bir etik rehber ve eğitim aracı olarak İlyada
Din kitapları toplumların etik değerlerinin ve sosyal kurallarının yazılı halde vücut bulmuş, coğrafyadan coğrafyaya değişen ritüeller ile süslenmiş halidir. Bu bağlamda, tüm öğrencilere ezberletilmesi, Olimpos tanrıları ile ilgili neredeyse tek yazılı kaynak olması ve toplumun değerlerini belirlemesi açısından İlyada’nın dört yüzyıl boyunca Ege kıyılarında sahip olduğu etki bir din kitabı etkisidir denebilir.
İlyada’nın okuyucusuna sunduğu dini ve etik değerleri aşağıdaki gibi özetleyebiliriz; 
-          İnsanlar tanrılara inanmalı ve onlara kurbanlar sunmalıdır. Tanrılar insanların kaderi üzerinde tam hüküm sahibidir.
-          Tanrılar herhangi bir etik anlayışıyla hareket etmez ve karar vermez; tanrılar istediği için son derece güzel ya da sıkıntılı bir hayatınız olabilir ve bunun neyi hakkettiğinizle hiçbir alakası yoktur. İlyada’da Zeus’un Agamemnon’u yanıltmak amacıyla ona yanlış bir rüya gördürmesi ve bu manada yalan söylemesi bunun en basit örneğidir. Ayrıca Homeros’un tanrıları yeri gelir birbirleriyle de kavga eder; bunun insanlar açısından ne büyük bir problem yaratabileceğini kolaylıkla hayal edebilirsiniz, birbirinden farklı beklentileri olan tanrılarınız var ve birini memnun etmek isterken ötekini kızdırmak kaçınılmaz oluyor. Tanrılarınız birbirleriyle kavga ediyor, kızıyor, kıskanıyor, aldatıyor, yalan söylüyor ve sizin iyiliğinizle ilgili hiçbir tasaları yok. 
-          Hayatta en önemli şey şan ve şereftir, bunlar savaşta ne derece cesur ve dirayetli olmanızla kazanılır ya da kaybedilir. Adil, yardım sever, dürüst ve çalışkan olmanız görece önemsizdir. 
-          Etik olarak son derece yanlış işler dahi “tanrıların onayı” varsa yapılabilir.
Gelelim bugün bildiğimiz anlamda felsefenin başladığı ve insanların, “Doğru nedir, neye göre yaşamalıyız?” sorularını ilk defa sordukları milattan önce dördüncü yüzyıla; Plato Cumhuriyet’te, Aristoteles ise Poetika’da eğitimin İlyada ezberleri ile yapılmasına karşı çıkar. İnsanlar iyi ve kötüye kendi akıllarıyla karar verebilmeli, tanrıların her istediği olmamalıdır. İnsan kendi başına gelenlerden büyük ölçüde kendi sorumlu olmalıdır, hele de tanrılar böylesine sorumsuz ve vurdumduymaz olunca.



Sokrates’in Ölümü - Jacques-Louis David – 1787 / Sokrates gençleri sorularıyla zehirlediği için baldıran zehriyle idam edildi.

Sokrates Atinalıların canını inançlarını “Sokratik Yöntemlerle” sorgulayan sorularıyla sıkar ve bedelini canıyla öder. Mahkemede Sokrates’i dinsizlikle suçlayan Meletus’un Atina’daki gezgin ozanları temsil etmesi bile birçok şeyi açıklar. Sokrates, Homeros’un tanrılarını ve İlyada’yı, yani Meletus ve arkadaşlarının ekmek kapılarını eleştirince belli ki ondan kurtulmak istemişler.
Sokrates’in öğrencisi Platon ise ilk defa tanrıları bugün bildiğimiz anlamda “iyi” ve “doğru” olarak biçimlendirir. Platon’un tanrıları artık yalan söylemez, eşlerini aldatmaz, kıskanmaz ve insanlara kötülük yapmazlar. İdea kavramını geliştirir, yani görüp dokunduğumuz her şey ideaların bir simgesidir, içinde yaşadığımız dünyayı gerçek sanmamıza rağmen sadece gerçeğinin bir suretidir.
Platon’un öğrencisi Aristoteles ise Platon’un idealar ile “göklere” taşıdığı felsefeyi ampirik gözlemler ve deneylerle “dünyaya geri indirir”. Artık insanlık bir çağı kapatıp başka bir çağı başlatmaktadır. İlyada artık sadece çok güzel bir destan olacak, ilerleyen yüzyıllarda yerini yavaş yavaş Yeni Ahit’e bırakacaktır.

Atina Okulu (Detay)– Rafael – 1510 / Solda Platon eliyle “gökyüzünü ve cenneti” işaret ederken, sağda felsefeyi gözlem ve deneyle somutlaştırıp göklerden yere indiren öğrencisi Aristoteles ise “yeri” işaret ediyor.