20 Aralık 2012 Perşembe

Frigya Basligi


Gladiador Frigio -
Jose Maria Labastida - 1824
Bugün Meksika’da (Museo Nacional de Arte) Ulusal Sanat Müzesi’nde gezerken Jose Maria Labastida’nın Gladiador Frigio adlı heykelini gördüm. Heykel elinde kılıç tutan (maalesef kılıç artık yok, kırılmış) çıplak, erkek bir savaşçıya ait. Beni bu yazıyı yazmaya iten ise savaşçımızın kafasındaki Frigya Başlığı oldu. Burada, Meksika’da, Anadolu’dan binlerce kilometre uzakta, Meksikalı bir heykeltıraşın heykelinde, vakti zamanında Ankara, Eskişehir ve Afyon civarında yaşamış olan Frigyalılar’ın “özgürlük” anlamına gelen, burnu öne eğik şapkasını görünce, dünyanın ne küçük, kültürlerin birbirleriyle etkileşiminin ne kuvvetli olduğunu düşündüm.



Frigya Başlığı
Frigyalılar Milattan Önce 1200 ve 700 yılları arasında bugünkü Sakarya Irmağı’nı merkez alacak biçimde Orta-Batı Anadolu’da yaşadı. Büyük İskender’in bugünkü Ankara yakınlarındaki başkentleri Gordion’a geldiğinde, çözmek yerine kılıcıyla kestiği meşhur Gordion düğümü hikayesi de Frigyalılar’a aittir. Frigya Şapkası’nın tam hikâyesi bilinmemekle beraber, ortaya çıkışıyla ilgili masalsı bir yorum bulmak mümkün, hepimizin çocukluğumuzdan bildiği hikaye bu ya: Kral Midas meşhur eşek kulaklarını saklamak için bu şapkayı ilk defa takar ve sonrasında halk da kral takıyor diye şapkayı takmaya başlar ve bugün Frigya Başlığı dediğimiz, konik şekilli, kırmızı, burnu öne eğik şapka doğar.
“Doğulu” sembolü olarak Frigya Başlığı

Paris -  Antonio Canova - 1819
Frigya şapkasını ilk olarak Anadolu tanrısı Attis ve İran kökenli Roma tanrısı Mithra’da görürüz. Şapkayı Anadolu’ya gelen Helenler Yunanlı olmayan Anadolu halkını betimlemek için kullanır, mesela Anadolulu, Doğulu, Truvalı Paris Frigya başlığıyla resmedilir. Şapka Doğu’ya ait olanı temsil etmektedir. İtalya Ravenna’da bulunan Aziz Apollinare Kilisesi’nde, bir çok Ortodoks kilisesinde görebileceğiniz, “üç doğulu kahinin Kral Herod’a İsa’nın doğduğu kehanetini bildirmeleri” konulu mozaikte “üç doğulu kahini” doğululuklarını simgeleyen Frigya başlığı ile görürüz, işin ilginç tarafı ise aynı konulu mozaiğin İstanbul’daki Kariye Kilisesi’nde yani Doğu’da, Frigya başlığı olmadan resmedilmesidir. Belli ki İtalya’da Frigya başlığı takılan “Doğuluların”, İstanbul’da, yani Doğu’da, artık şapkalarına ihtiyaç kalmamış.  
İtalya, Ravenna, Aziz Apollinare Bazilikası duvar mozaiği: üç doğulu kahin 
 
Türkiye, İstanbul, Kariye Kilisesi duvar mozaiği: üç doğulu kahin

Devrim ve özgürlük simgesi olarak Frigya Başlığı
Roma Cumhuriyeti’nde Frigya Başlığı özgürlüklerini kazanan köleler tarafından takılır, bu olay başlığın zamanla bir “özgürlük” simgesine dönüşmesini sağlayacaktır.
Frigya başlığı Fransız Devrimi’nde halk tarafından “isyanı ve özgürlüğü” sembolize ettiği için giyilmiş ve hatta Fransa’nın milli sembolü Marianne dahi başında Frigya Şapkasıyla resmedilmiştir. 1850 yılında devrimi çağrıştırdığı için Frigya Başlığı takmak ve Marseillese Marşı’nı söylemek Fransa’da on yıl kadar yasaklanmış ve sonrasında ise devrimin sembollerinden biri olarak Fransız tarihindeki yerini almıştır.

Fransız Devrimi’nin Simgesi Marianne
Aynı şekilde on sekizinci yüzyıl sonunda, Fransız Devrimi gibi Amerika Birleşik Devletleri’nin de İngiltere’den bağımsızlık mücadelesinin simgesi olmuştur. Bugün Amerika Birleşik Devletleri Senato Forsu, New York ve New Jersey eyaletlerinin bayraklarında yine Frigya Başlığı’nı görürüz.

Amerika Birleşik Devletleri Senato Forsu

Şapkanın sembolik kullanımı sadece bunlarla da sınırlı kalmaz; bugün Bolivya, El Salvador, Arjantin, Küba ve Paraguay gibi bir çok Latin Amerika ülkesinin de aynı zamanda armalarında özgürlüğü temsilen yerini alır. 
 
                 Küba Arması

Afyon, Eskişehir ve Ankaralılar kendilerinden önce aynı topraklarda yaşayan atalarının şapkasının bugün Güney ve Kuzey Amerika kıtalarından Avrupa’ya uzanan geniş bir coğrafyada mücadele ile elde edilmiş özgürlüğün simgesi olduğunu bilirler mi acaba?



Modern zamanlarda Frigya Basligi
Click here for English





9 Kasım 2012 Cuma

Politik partilerin kökenleri ve taraftarlık: Maviler ve Yeşiller

Romalı şair ve yazar Juvenal II. yüzyılın başında yazdığı ünlü hicivlerinden birinde Romalıların “ekmek ve eğlence” (“panem et circenses”) karşılığında politik özgürlüklerinden vazgeçtiklerinden yakınır. Juvenal’in “ekmek ve eğlence” diye bahsettiği, yöneticilerin halkı hoşnut tutmak, oyalamak ve isyanları önlemek için gerçek sorunları çözmek yerine popülist bir şekilde Romalılara bedava ekmek dağıtmaları ve hipodromda eğlenceler düzenlemeleriydi. Hipodrom eğlenceleri bugünkü televizyon ve futbol kulüpleri gibi halkı oyalamak ve hoş tutmak için Roma İmparatorluğu’nun kuruluşundan itibaren imparatorlar tarafından düzenlenirlerdi. Başlarda ağırlıklı olarak gladyatör dövüşlerinden oluşan eğlenceler, Paganlıktan Hristiyanlığa geçiş ve Kilise’nin gladyatör dövüşlerini yasaklaması ile zamanla daha çok at arabası yarışlarına dönüşür. I. Yüzyılda İmparator Agustus döneminde yılda 77 gün düzenlenen eğlenceler, devlete maliyeti oldukça yüksek olmasına rağmen daha yüzyıl geçmeden II. yüzyıl başında, İmparator Markus Aurelius döneminde, yılda 135 güne çıkartılmışlardı. Hipodrom eğlenceleri XIII. Yüzyılda Konstantinopolis’in Latinlerce istilasına kadar sürdü.
Antik Çağda At Arabası Yarışları – Alexander Von Wagner - 1913
Hipodromda düzenlenen at arabası yarışlarında yarışan ekipler birbirlerinden ayırt edilmek için kırmızı, mavi, yeşil ve beyaz renklerde formalar giyer ve arabalarını boyarlardı. Zamanla her takımın kendi taraftar kitleleri oluşmuş, takımlar “Maviler”, “Yeşiller”, “Kırmızılar” ve “Beyazlar” olarak renkleriyle anılmaya başlanmış ve taraftarları da bugünün formaları gibi takımlarının renklerinde pelerinler giymeye, bayraklar taşımaya başlamışlardı. Bu takımlardan “Beyazlar” ve “Kırmızılar” zamanla kaybolmuş ve IV. Yüzyıl itibarıyla geriye sadece “Maviler” ve “Yeşiller” kalmıştı. Yarışları imparatorlar da, “Katizma” olarak adlandırılan, kendilerine ayrılan özel bölmelerden seyrederldi. Hipodrom halkın imparatorlar ile bir araya gelebildiği tek ortamdı, takımlarını desteklemek için tezahürat yapan takımlar zamanla aralarda vergiler ve askerlik gibi konular veya memnun olmadıkları güncel uygulamalarla ilgili bağırmaya başlarlar. Bu imparatorlar için de halkın nabzını tutmak için iyi bir fırsata dönüşür. Hipodrom halkın imparatorları tezahüratları ile destekleyebildiği veya eleştirebildiği tek yere dönüşürken normal olarak halk içindeki politik kırılımlar da zamanla takımlarda ve taraftar kitlelerinde vücut bulur.
Muhafazakar, elit: sağcı Maviler / İsyankar, fakir: solcu Yeşiller 
Maviler halkın, 451 yılı Kalkedon (Kadıköy) Ekümenik Konsülü kararları ile devletin resmi dini mezhebi olan Diofizit Ortodoks inanca sahip üst, elit sınıfını oluştururken, Yeşiller ise resmi teolojiye ters düşen Monofizit Ortodoks mezhebe bağlı, daha çok imparatorluğun doğu bölgelerinden gelen alt ve görece fakir sınıfları temsil ediyordu. Tarihte Roma Cumhuriyeti dönemi de dahil olmak üzere, Maviler ve Yeşiller bu manada “sokaktaki vatandaşı” temsil eden, bugünün geçerli tanımına en yakın, ilk politik partilerdir denebilir. İmparatorlar bu iki karşıt görüşlü sosyo ekonomik grubun isteklerini ve itirazlarını hipodromda duyar ve ona göre politikalarını ve uygulamalarını ayarlar veya en azından uygulamalarıyla ilgili her iki politik grubun geri bildirimlerini alırlardı. Bu nedenlerden dolayı hipodrom sadece at arabası yarışlarının gerçekleştiği bir eğlence yeri değil, aynı zamanda politik partilerin devlet yönetimiyle buluşma yeriydi.  
İmparatorlar da takım tutuyorlardı, çoğu zaman bu onların politik ve dini görüşlerini gösteriyordu. Mesela koyu bir şekilde Diofizit mezhebe bağlı olan İmparator Justinianos, Mavileri desteklerdi (Bu noktada Bizans’ın Osmanlı gibi tek bir hanedan tarafından yönetilmediğini, birçok imparatorun orduda bir askerken darbe yaparak iktidara geldiğini hatırlatmakta fayda görüyorum. Imparatordan imparatora mezhep ya da parti değişikliğinin sebebi budur). Buna mukabil, eşi İmparatoriçe Teodora ise, hem dinen Monofizit mezhebe bağlı, hem de son derece fakir bir aileye doğmuş biri olarak Yeşilleri desteklerdi. İmparator ve eşi böylece her iki grubun da nabzını tutabiliyordı. Birbiriyle amansız bir rekabet halinde olan bu iki grubun çekişmesi çoğu zaman imparatora da dengenin sağlanması açısından faydalı oluyordu, ta ki 532 yılında Konstantinopolis’te çıkan Nika İsyanı’na kadar.

İmparatoriçe Teodora – San Vitale
Bazilikası – Mozaik – VI. Yüzyıl


Nika İsyanı
Nika İsyanının olduğu gün hipodromda bir ilk yaşanır, görüşleri taban tabana zıt ve birbirinin amansız rakibi olan Yeşiller ve Maviler, her iki tarafın da mağdur olduğu ve imparatorun geri adım atmayı kabul etmediği haksız bir uygulama ile ilgili, İmparator Justinianos’a karşı birleşir ve beraberce zafer anlamına gelen “Nika!” diye bağırırlar. İmparator büyük bir terslik olduğunu anlar ve hipodromu terk eder, sonrasında Yeşiller ve Maviler hipodromdan çıkar ve şehirde günlerce sürecek büyük bir yangın başlatır, sarayın etrafını sarar ve Justinianos’un kellesini isterler. Justinianos günlerce uğraşır ama isyanı bastırmayı başaramayınca canını kurtarmak için kaçmaya karar verir, limanda onu ve eşi Teodora’yı kaçıracak olan gemiler beklemektedir. Hayata bir dansöz olarak başlamış, halkın en alt, en fakir tabakasından geldiği için hiçbir zaman saraya layık görülmemiş ve hatta tarihçi Prokopius tarafından, “Bizans’ın Gizli Tarihi” adlı kitabında fahişelikle suçlanmış olan Teodora, Justinianos’u kaçmamaları ve isyanı bastırmaya çalışmaya devam etmeleri konusunda ikna eder. Rivayet bu ya: Teodora kaçmaya hazırlanan Justinianos’a tarihe geçen şu ünlü cümleyi söyler; “Kaçmaktansa ölmeyi yeğlerim, imparatorluk kıyafetlerinden daha güzel bir kefen olamaz!”. Karısından cesaret alan Justinianos kalmaya karar verir. O gece komutanı Belisarius’la ertesi gün isyancıları hipodromda toplandıkları sırada öldürmek üzere bir plan yaparlar ve gerçekten de kırk bine yakın isyancıyı hipodromda kıstırarak tamamını kılıçtan geçirtirler. Konstantinopolis tarihinin en kanlı günlerinden birini yaşar. O günün akşamında isyan bastırılır ve Justinianos sonrasında eceliyle ölünceye kadar, uzun yıllar sürecek olan imparatorluğuna devam eder. Tarihin akışını o gece Justinianos’u soğukkanlılığı ve cesaretiyle kaçmaktan alıkoyan, ismi sonradan İngiliz Kraliçesi Viktorya ve Rus Çariçesi Katrina ile birlikte tarihin en kudretli kadınlarından biri olarak anılacak olan İmparatoriçe Teodora değiştirir. Asıl konumuza geri dönecek olursak, Nika İsyanı Maviler ve Yeşiller, ya da başka bir değişle ilk politik partiler için bir dönüm noktası olur. Her ne kadar isyan kanlı bir şekilde bastırılmış olsa da, temelinde her iki ana politik görüşün de memnun edilmemesi durumunun imparatorlar için ne derece sıkıntılı sonuçlar doğurabileceğini ortaya çıkardığı gibi politik partilerin de kendi güçleri hakkında fikir sahibi oldukları ilk olaydır.  
Bizans’ta İsyan - Schnorr von Carolsfeld - 1835
Maviler ve Yeşillerden bu yana politik parti “taraftarlığı”
Günümüzde birçok insan politik görüşünü, (Şayet varsa) politik partisini aynı futbol takımı taraftarı gibi destekliyor, doğrusu ile övünmek, yanlışında eleştirmek yerine, bir futbol taraftarı gibi, gözleri kapalı bir şekilde, ölümüne savunuyor, karşıt görüşü ve partiyi fütursuzca yeriyor. Akıl ve mantıkla üretilmiş argümanlarla konuşmak yerine, sloganlarla bağırıyor. Günümüz politik partilerinin Antik Bizans’ın stadyumlarından, spor takımlarının taraftarlarından doğduğu gerçeğini bilince insan, haliyle bunda da öylesine şaşırılacak bir durum kalmıyor.
  Click here for English

28 Temmuz 2012 Cumartesi

15. yüzyılda Bizans göçmenleri ve İtalyan Rönesans’ına etkileri

Giorgione, Uyuyan Venüs, 1510
1400 yılında Bizans İmparatorluğu kaybettiği topraklarla artık Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde birbirinden ayrı ve küçük adacıklara dönüşür, bir tarafta Trabzon Rum İmparatorluğu, öbür yan da Mora Yarım Adası Despotluğu ve ortalarında Konstantinopolis vardır. Osmanlı’nın hızlı ilerleyişi ile Bizans halkı kendilerini bekleyen kaçınılmaz sonu anlar ve yavaş yavaş güvenlikte olabilecekleri yerlere doğru göç etmeye başlarlar. İtalya hem yakınlığı hem de Roma İmparatorluğu’ndan mütevellit, Ortodoks-Katolik mezhep ayrımını saymazsak, tarihsel bağları nedeniyle kaçmaya karar veren Bizanslılar için göç edilebilecek en uygun yerdir. Daha 1071 yılına kadar Bizans Yönetimi altında olan Güney İtalya daha çok köylüler tarafından entegrasyonun görece basit oluşu nedeniyle seçilirken, bir ticaret ve denizcilik kenti olan Venedik yine ağırlıklı olarak orta sınıf tüccarların göçünü alır. Roma ise başkent olarak siyasal bağlantıları olanların ve asillerin tercihi olur. En çok göçü Venedik alır, 1460 yılı itibarıyla Venedik’te 5000-6000’e yakın bir Bizanslı göçmen nüfusu oluşur.

İtalya’da 15. Yüzyıldan itibaren Latince antik felsefe ile ilgili kitaplara ilgi duyulmaya başlanmış ve bugün Rönesans dediğimiz uyanışın düşünsel boyutu başlamıştı. Katolik İtalya Bizans’tan gelen büyük göç başlayıncaya kadar zaten Aristoteles’e (özellikle Thomas Aquinas sayesinde) elde ki metinler az sayıda da olsa bir parça aşinaydı ve bir şekilde özellikle etik konusunda Aristoteles’i Hristiyan Katolik Doktrin ile entegre etmeyi başarmıştı fakat Platon (ve haliyle Sokrates) ile ilgili ellerinde nerdeyse hiçbir Latince çeviri yoktu. Bizanslı göçmenler yanlarında sadece 6 yüzyıldır Avrupa’nın kaybettiği ve unuttuğu Yunanca antik felsefe metinlerini değil aynı zamanda coğrafyadan, tarihe, dilbilimden, teolojiye birçok eski kitabı getirirler, ama en önemlisi Avrupa’nın Orta Çağ'da ki en büyük kaybını, yani seküler eğitim kavramını beraberlerinde getirerek İtalyan Üniversitelerinde büyük bir uyanışa sebebiyet verirler. Bizans İmparatorluğu’nda yüksek eğitim sadece Ortodoks öğretilerle değil aynı zamanda seküler bir içerikle antik yunan filozofları, tarihçileri ve şairlerinin de eserleri kullanılarak yapılıyordu. Rönesans uyanışının yavaş yavaş başladığı İtalya’da bu durum büyük bir hayranlık uyandırır. Orta Çağ'ın onlara kaybettirdiği antik yunan felsefesi ve seküler eğitimi bu “Ortodoksluklarından mütevellit yarı sapkın, üstelik Osmanlılara yenilmiş acınılası durumunda ki komşularının” büyük bir özenle yüzyıllarca saklamış olması onlarda büyük bir şaşkınlık yaratmış olmalı.

Rafael, Atina Okulu, 1510 / Ortada Platon ve Aristoteles ve solda yeşil elbiseli Sokrates

İtalyan şair ve ilk hümanistlerden Petrarka 14. Yüzyılın başında Cicero’nun mektuplarını “yeniden keşfedip” çağdaşı italyanlarla paylaşarak Rönesans’ın düşünsel anlamda fitilini ateşler.

“Rönesans herşeyden öte Cicero’nun yeniden doğuşudur, ve sadece O’ndan sonra ve O’nun aracılığıyla Klasik Antik Çağ’ın geri kalanıdır."
Tadeusz Zielinski

Polonyalı tarihçi Zielinski’nin söylediği “Klasik Antik Çağ’ın geri kalanı”nı Bizanslı göçmenler getirdikleri kitaplarla tamamlarlar. Cicero’nun üzerine, Cicero’yu derinden etkileyen Platon’u da okumak, eğitimin seküler olabileceğini görmek, fitili yakılan uyanışı adeta patlatır.

Önemli kişiler:
Trabzonlu George: 1395 yılında Girit’de doğar ama ismini Trabzonlu atalarından alır. 1430 yılında İtalya’ya göç eder. Plato ve Aristoteles’in eserlerini Latinceye çevirir. Aristocu Felsefe taraftarıdır ve aynı şekilde koyu bir Platoncu felsefe karşıtır.
Trabzonlu George

Manuel Chrysoloras: 1355 yılında Konstantinopolis’te doğar, devlet adamıdır. 1390 yılında İmparator Manuel II. Palaiologos tarafından Venediğe olası Osmanlı saldırısına karşı destek toplamak için lobi çalışmaları için gönderilmiştir. 1396 yılında Floransa Üniversitesi’nde Yunan dili ve edebiyatı dersleri vermeye başlar. Platon ve Homeros’un eserlerini Latince’ye çevirir ve çağdaşı İtalyanlar’la paylaşır.
Manuel Chrysoloras

Leonardo Bruni: 1370 yılında Toskana’da doğar, hümanist, devlet adamı ve tarihçidir. Tarihi, Antik Çağ, Orta Çağ ve Modern (Yeni) Çağ olarak üç sınıfa ayıran ilk kişi olmasından dolayı, ilk modern tarihçi olarak anılır. Manuel Chrysoloras’tan Yunanca dersleri almıştır ve Bizanslı göçmenlerin getirdiği yunanca eserleri Latinceye çevirerek çağdaşı İtalyanlar’la paylaşmıştır.

Theodorus Gaza: 1400 yılında Selanik’de doğar ve Selaniğin Osmanlı’nın eline geçmesi ile 1430’da İtalya’ya kaçar. Ferrera Üniversitesi’nde Yunan dili ve edebiyatı üzerine dersler verir, Aristoteles’in Latincede mevcut olmayan eserlerini çevirir.
Theodorus Gaza
Basilios Besarion

Basilios Besarion: 1389 yılında Trabzon’da doğar. Konstantinopolis ve Morea Yarım Adası’nda eğitim alır, İznik Metropoliti olur. John VIII. Palaiologos’la beraber Bizans’ı temsilen Floransa 1439 Ekümenik Konsülü’ne katılır (4 Şubat 2012 tarihli "John Palaiologos VIII.1439 Floransa Katolik Ekümenik Konsülü" isimli yazımdan detaylarını okuyabilirsiniz) . Zamanla Katolik inancına geçer, Papa IV. Eugene tarafından kardinal yapılır ve 1439 yılında İtalya’ya göç eder. Platon, Aristoteles ve tarihçi Ksenofon’u Latinceye çevirir.

Platoncu felsefe ile ilgili tartışmalar:
Özellikle Trabzonlu George ve Manuel Chrysoloras’ın çevirileri ile ortaçağın büyük bölümünde Avrupa’da unutulan Platon’un tekrar ortaya çıkışı önemli tartışmaları da beraberinde getirir. Cicero ve Aristoteles’in öngördüğü politik meselelere ilgi duyan ve katılan vatandaş tanımı yerini politikayı “bilenlere” bırakan ve kendini tefekkür ile dünyevi meselelerden çeken vatandaş tanımına bırakırken bunda Platon’un büyük etkisi olur. Platon’un yazılarındaki “eğitimli bilgelerin yönetimi”, sade vatandaşın politik meselelere kısıtlı katılımı olarak yorumlanırken Rönesans’ın hümanist atmosferinde büyük taraftar toplar. Ama Platon’un popülaritesi önünde yine de büyük bir engel vardır: Aristoteles'in düşünceleri bir şekilde Katolik Hristiyan Doktrine uygun bir hale getirebilmiş olmasına rağmen, Platon’un reenkarnasyon ve eşlerin paylaşımı gibi düşünceleri Hristiyan inancı ile aynı potada eritilmesini çok zorlaştırmaktaydı.

Platoncu ve Aristocular arasındaki tartışma giderek büyür, tartışmanın tam ortasında ise iki isim kalır: kendisi de Platon’un kitaplarını çevirmesine rağmen koyu bir Aristocu olan, Platon okumanın dinsel sapkınlığa yol açacağı gerekçesiyle yasaklanması gerektiğini savunan Trabzonlu George ve Platoncu felsefenin aslında o kadar da Katolik Hristiyan Doktrin’den uzak olmadığını savunan, koyu Platoncu yine Trabzonlu olan Kardinal Besarion.
O zaman Avrupa’nın en özgür tartışma ortamını sunan şehirleri Floransa ve Venedik’te, bu iki Bizanslının etrafında cephelenen Platoncu ve Aristocu felsefe tartışması Rönesans’ı düşünsel anlamda besler ve geliştirir. Bugün Batı Kültürü olarak tanımladığımız düşünce biçimi ve yaşam tarzı büyük ölçüde Bizans’ın Orta Çağ boyunca sakladığı Antik Yunan filozoflarının, şairlerinin, tarihçilerinin eserleri ve seküler eğitimle şekillenir.

Duccio, Havari Petrus ve Andreas’ın Çağrısı, 1308 / İtalyan Rönesans ressamı Duccio’nun bu resminde ise sanatta Bizans’ın etkisini görüyoruz: Havarilerin ve İsa'nın yüzleri adeta Kariye Kilisesi’ndeki mozaiklerin bir kopyası.

El Greko, İsa’nın elbiselerinin çıkarılışı, 1577 / El Greko 1541 yılında Girit’te doğdu, 1566 yılında Venedik’e göç etti, 11 yıl sonra 1577 yılında İspanya’ya gitti ve hayatının geri kalanını orda geçirdi. İspanyol Rönesans’ına resmiyle katıldı. Resimlerini “Giritli” olarak imzaladı.

20 Mayıs 2012 Pazar

İmrahor Cami, Aziz Stoudios Manastırı ve Aziz Yahya Kilisesi

Samatya'da, İmrahor İlyas Bey Caddesi üzerinde, Aya Konstantino Kilisesi'nin arkasında, İmam Aşir Sokaktadır. Çevre ahalisi malesef yapıyı ne İmrahor Cami ne de Aziz Stoudios Manastırı adıyla bilmiyor, sokaktaki insanlara ya da esnafa sorarak ulaşmak isterseniz "İmrahor İlyas Bey Anıtı" demekte fayda var. Yapı oldukça kötü durumda ve çatısı yok, haliyle artık ne kilise ne de cami olarak hizmet vermiyor, kapısındaki tabeladan da anlaşılacağı üzere şu an ki statüsü "Anıt", yani müze değil ama giriş yasak, dilerim en kısa zamanda bakımdan geçirilerek, müze olarak ziyarete açılır ve koruma altına alınır. Zira bu yazı kapıda ki görevliye bütün ricalarıma rağmen "Ayasofya Müzesi'nden özel iznim" olmadığı için içine giremediğim, ancak önüne park etmiş bir kamyonun kasasına çıkarak duvarın üstünden uzaktan görebildiğim bir yapı ile ilgili olacak, bu yüzden malesef detaylar için başkalarının içinden çektiği resimleri kullanacağım.
Aziz Yahya Kilisesi - Kuzey Cephe Duvarı
Yapı istanbul'da günümüze ulaşmış en eski kilisedir, her ne kadar yazının başlığında Aziz Stoudios Manastırı geçmekteyse de bugün ayakta kalan kısım sadece manastırın bazilika şeklinde inşa edilmiş, Aziz Yahya'ya adanmış olan kilisesidir. Manastır,  Konstantinopolis'e yerleşmiş Roma Senatosu Konsülü  Stoudios tarafından milattan sonra 462 yılında yaptırılmıştır, Akoimetoi (acoemetae) yani Uykusuzlar ("a" negatif artikel ve "koimetoi" uyumak) mezhebine aittir, mezhebin adı nöbetleşe 7/24 dua etmelerinden gelir, manastırda keşişler vardiyalar halinde gece gündüz dua ederek ayinin devamlılığını sağlarlarmış. En kalabalık zamanlarında John Freely ve Ahmet Çakmak'ın "Istanbul'un Bizans Anıtları" kitabında söylediklerine göre manastırdaki keşiş sayısı bini buluyormuş.
Aziz Teodorus (759-826)
Manastır altın çağını 799 yılında Aziz Teodorus manastırın baş keşişi olunca yaşar. Aziz Teodorus yedinci ve sekizinci yüzyıllarda etkili olan, tüm dinsel resimleri yasaklayan ve yapanları ölüme mahkum ettiren "İkona kırıcılık" ("Iconoclasm") döneminde, her ne kadar başarılı olamasa da, imparatorları karşısına alarak bu uygulamaya karşı çıkmış, üç defa şehirden sürgün edilmiş ama her seferinde geri dönmüş, politik ve entellektüel olarak son derece aktif bir din adamıdır. Onun manastırın yönetiminde olduğu sürede manastır bölgenin dinsel, sanatsal ve entellektüel anlamda merkezi haline gelmiş, keşişler eski el yazmalarını çoğaltmış, ilahiler bestelemiş ve ikonalar çizmişler.

Aziz Yahya Kilisesi Güney Cephe Duvarı
Manastır aynı zamanda tarihte de önemli olaylara tanıklık etmiş, imparator beşinci Mikahil tahttan indirilince canını kurtarmak için Stoudios Manastırı'na sığınmış ama buna rağmen öfkeli kalabalık imparatoru dışarı çıkartmış ve gözlerine mil çekerek Sakız Adası'na sürgüne göndermiş. İmparatorlar Ishak Birinci Komnenos ve Mikhael Yedinci Dukas emekliliklerinde bu manastırda inzivaya çekilmişler. Elli yedi yıllık Latin istilası sonrasında şehri geri alan imparator Mikhael Sekizinci Palaiologos şehre törenlerle girişinde ilk olarak yürüyerek bu manastıra gelip, dua etmiş ve sonra at üstünde Aya Sofya'ya devam etmiş. Ama en ilginç hikaye şüphesiz Sultan Beyazıd'ın oğlu Şehzade Yusuf'undur, kesin bilinen gerçek Şehzade Yusuf'un bir şekilde Konstantinopolis'e geldiği, hristiyanlığı seçtiği, ismini Demetrios olarak değiştirdiği ve bu manastırda yaşadığı, öldüğü ve gömüldüğüdür, tartışmalı kısmı ise hikayenin detaylarındadır: Londra Üniversitesi'nde Bizans Tarihi Profösörü Jonathan Harris'in "Bizans'ın Sonu" isimli kitabında yunan edebiyatı ve Konstantinopolis'e hayran olan Şehzade Yusuf'un kaçarak Bizans'a sığındığını söylerken, Alexander Van Millingen Bizans Kiliseleri adlı kitabında bizzat Beyazıd'ın Yusuf'u Bizans'a rehine olarak bıraktığını söyler. Aynı yıllarda Beyazıd'ın Bizans Prensi Manuel'le beraber sefere çıktığını düşünecek olursak, karşılığında da Osmanlı Şehzadesi Yusuf'un rehin bırakıldığı ama hristiyan olup bir daha geri dönmediği ikinci senaryo yunan edebiyatına hayran olup Bizans'a kaçan şehzadeye nazaran bana biraz daha gerçekçi geliyor.
Korint Sütun Başları
Bugün artık Aziz Stoudios Manastırın'dan pek bir iz kalmamakla beraber geriye sadece Aziz Yahya Kilisesi kalmıştır. Kilise dikdörtgen bir bazilika olarak inşa edilmiştir, bugün içerisinde bulunan kolonların sağ kolda olanları yıkılmış, sadece sol kolda olanları ayaktadır. Sütun başları korint stilinde olup resimlerden ne kadar güzel oldukları görülmektedir. Kilisenin içerisi ile ilgili yazılı metne on beşinci yüzyılda gezgin İspanyol Büyükelçisi Ruy Gonzales de Clavijo'nun yazdığı anılarından ulaşıyoruz, Konstantinopolis'e gelen büyükelçi kilisenin içini şu satırlarla tarif eder:
" ... içerisinde yedi altar vardır, tavanı, duvarları ve koridorları hikayeler anlatan çok zengin moziklerle süslüdür ve ana salonunda yeşil renkli yirmi dört kolon vardır."
Bu satırlardan kilisenin içerisinin bir zamanlar yerden tavana kadar son derece güzel mozaikler ile kaplı olduğunu anlıyoruz.
 
Yapı en büyük zararı Latin istilası esnasında yaşamış, sonrasında gelen 1782 büyük yangını ve  1894 depremiyle beraber bugünkü yıkıntı halini almıştır. 1453 yılnda Osmanlı'nın şehri almasından sonra II. Beyazıd döneminde padişahın imrahoru yani ahırcı başı olan İlyas Bey tarafından restore edilerek cami haline getirilmiş ve 1908 yılında çatısı çökünce terk edilmiştir.


  
Büyük ihtimalle altı ya da yedinci yüzyılda manastır keşişlerinden birinin yazdığı şiir:

"Hiç bir barbar yüzüme bakamaz, hiç bir kadın sesimi duyamaz.
Tam bin yıldır aylak bir erkek girmemiştir kapısından, hiç bir dişi geçmemiştir yakınından.
Hücrem bir saray gibidir: bir zeytinlik ve bir asma bahçesi çevreler etrafını,
Önümde zarif ve bereketli selvi ağaçları, bir yanımda çarşısıyla şehir,
Bir yanımda tüm kiliselerin anası ve dünyanın krallığı.... "

Click here for English

18 Mart 2012 Pazar

Çemberlitaş, Konstantin Sütunu


Çemberlitaş - Konstantin Sütunu
Sultanahmet Meydanı'ndan yukarı doğru Divan Yolu'nu takip edince yaklaşık beş yüz metre ilerde, ilk meydanda, adı üstünde Çemberlitaş'tadır. Konstantin Sütunu, 36 metre yüksekliğinde, taşlarla örülmüş bir kaidenin üzerinde duran, zamanla artık rengi mordan kahverengiye dönmüş, sağlamlaştırmak için araları metal çemberlerle tutturulmuş silindir şeklindeki altı mermer parçanın oluşturduğu bir sütundur. Roma'daki Apollo Tapınağı'ndan İmparator I. Konstantin'in emriyle sökülerek Konstantinopolis'e getirilmiştir, bu nedenle üzerindeki mermer blokların yaşı 2.000 yıldan eski olmalıdır. 


Milattan sonra 330 yılında İmparator I. Konstantin tarafından, imparatorluğun yeni başkentinin, Yeni Roma, ("Nova Roma") Konstantinopolis'in kurulması şerefine diktirilmiştir. Aslında şehir o ana kadar Bizantium olarak anılmakta olan, Roma İmparatorluğu'nun eline MS II. YY'da geçmiş, eski bir Yunan kolonisidir, ama 11 Mayıs 330'da bu sütun'un açılışının yapıldığı kutlamalardan itibaren artık Roma İmparatorluğu'nun başkentidir. Osmanlı zamanında halk üzerindeki demir halkalardan mütevellit Sütun'a “Çemberlitaş” adını vermiştir.


Konstantin Sütunu'nun ilk hali:
50 metre yüksekliğindeki sütunun 
üzerinde Apollo olarak tasvir edilmiş
Konstantin'in bronzdan heykeli
bulunuyor.
Dikildiği zaman 50 metre yüksekliğinde ve şimdiki yer seviyesinden yaklaşık üç metre aşağıdaymış. Üzerinde şehrin kurucusu  Konstantin'in güneşi selamlayan Tanrı Apollo şeklinde bir heykeli varmış. Sütunun ortasında dikili olduğu, doğu ve batı yönlerinde iki büyük girişi olan, senato binası ile birlikte hamamlar ve kiliselerin bulunduğu yaklaşık çapı 400-500 metre olan meydanda yine aynı şekilde şehrin en önemli meydanı olarak tasarlanmış ve yine Konstantin tarafından yaptırılmış ve Konstantin Meydanı olarak adlandırılmıştır. İstanbul'un 1200 yılındaki üç boyutlu yeniden canlandırmalarını yapan Byzantium 1200 sitesini ziyaret ederek 1200 yılındaki Konstantin Meydanı'nın ihtişamı ve Sütun'un ilk halini gösteren resimleri incelemenizi tavsiye ederim. 


Sütun'un üstünde duran Apollo olarak tasvir edilen Konstantin'in elinde tuttuğu küre, İsa'nın Kudüs'te çarmıha gerildiği "Gerçek Haç"tan bir parça içeriyormuş ve Sütun'un altındaki bir haznede Hristiyanlığın kutsal emanetleri olan Maria Magdelena'nın İsa'nın ayağını yıkamak için kullandığı testi, İsa ile birlikte çarmıha gerilen iki hırsızın haçlarından parçalar ve İsa'nın Balık ve Ekmek Mucizesi'nde kullandığı sepet varmış. Ayrıca Truva'dan getirilen Tanrıça Athena heykelciği ve Roma şehrinin koruyucu heykelciği de Konstantin tarafından alınıp yeni başkente, Konstantinopolis'e getirilmiş ve Sütun'un altındaki hazneye saklanmış.


Kolon başının altındaki antik yunanca yazı:
"Inançlı Manuel zamanla hasar gören
bu sanat eserinin onarımını yaptırmıştır" 

1106 yılında çıkan bir fırtınada sütunun üstündeki Konstantin heykeli ve en üstte duran üç mermer silindir parçası düşmüş ve böylece boyu 35 metreye inen sütun İmparator I. Manuel tarafından onarılmış ve üzerine de bir haç konulmuş. Sütunun en üstünde boş duran mermer sütun başına dikkatli bakacak olursanız antik yunanca bir yazı görürsünüz, bu yazı sütunu tamir ettiren Manuel tarafından yazdırılmıştır.  Daha sonra 1453 yılında şehri alan Osmanlılar tarafından tepesindeki haç indirilmiştir. Sütunun bugün üzerinde oturduğu örme taştan kaide ise 18. YY'da bakımını yaptıran I. Abdülhamid tarafından yaptırılmıştır.

Konstantin Sütunu'nun bence en önemli özelliği, Roma'nın din değiştirme sürecini üstündeki Apollo heykeli ve altındaki Hristiyanlığın kutsal emanetleri ile en iyi şekilde sembolize etmesidir, sütun tam anlamıyla melezdir, ne pagan ne de hristiyandır. 11 Mayıs 330 yılında açılışında yapılan kutlamalar bile zamanın ruhuna ya da kafa karışıklığına da diyebiliriz uygun bir şekilde yarı pagan yarı hristiyan ayinlerle yapılır, işte tam bu zamanlarda, aynı bu sütun gibi şehrin insanları da paganlıktan hristiyanlığa geçmektedir.
Click here for English

3 Mart 2012 Cumartesi

Tiberius Gracchus, ilk toprak reformu ve bir cumhuriyetin çöküşü

Tiberius Gracchus milattan önce 133 yılında Roma Senatosu'na temsilci seçildiğinde kimse parlamentosu ve yönetimi binlerce yıl sonra Avrupalı Aydınlanmacı'lara ve Amerikan Anayasası'na ilham verecek olan beş yüz yıllık Roma Cumhuriyeti'nin çöküşünün başlayacağına ve yüz yıl içinde bir diktatörlüğe dönüşeceğini, Roma Cumhuriyeti'nin bitip Roma İmparatorluğu'nun başlayacağını bilmiyordu. Tiberius romalı zenginlerin topraklarının bir kısmının alınmasını ve toprağı olmayan insanlara dağıtılmasını teklif etmiş ve tarihin bilinen ilk toprak reformunu başlatmıştı, fitilini yaktığı siyasi isyan bir cumhuriyetin sonunu getirecek ve binlerce yıl insanları etkileyecek olan bir sosyalist kavram yaratacaktı, ölümü çıkarlarını tehdit ettiği senato üyesi zengin toprak sahiplerinin elinden oldu.

Tiberius Gracchus ve ölümünden sonra toprak reformunu
sahiplenerek davasını devam ettiren ve yine aynı şekilde
öldürülen kardeşi Gaius Gracchus beraberce toprak reformu
kanunun yazılı olduğu metni tutuyorlar
(Eugene Guillaume, 1878) 
Tam ismi Tiberius Sempronius Gracchus'dur ama biz bu yazıda kısaca Tiberius diyeceğiz. Milattan önce 163 yılında etkin bir politikacı ve asker olan Tiberius Gracchus ve Afrikalı Cornelia çiftinin ortanca oğlu olarak dünyaya gelir. Ailesini oldukça zengin ve "soylu" olarak tanımlamak mümkündür, Tiberius daha çocukken ölen asker babasının hatırı sayılır miktarda toprağı vardır.
Babası gibi asker olarak hayata atılan Tiberius, Kartaca savaşındaki başarısı sonrasında İspanya cephesine gönderilir ama İspanya'da işler beklediği gitmez, ordusu ispanyollar tarafından bozguna uğratılır, önünde iki seçenek vardır, savaşarak ve çok sayıda kayıp vererek geri çekilmek veya ispanyollar ile barış anlaşması yaparak ordusunu kurtararak geri dönmek. İkinci yolu seçer, 20.000 askerinin hayatını kurtarır ve barış anlaşması imzalayarak Roma'ya geri döner ama bu insancıl tutumu, hiç bir takdirde barbarlarla barış imzalamayan Roma Ordu'sunu zayıf gösterdiği gerekçesiyle ordudan uzaklaştırılır. Bundan sonra politikaya atılır.
MÖ 133 yılında senatoya seçildiğinde savaşlarda kazanılan, sözde devlete ait ama aslında senato üyesi zengin toprak sahiplerince kullanılan arazilerin toprak sahibi olmayan fakir insanlara belli kurallar çerçevesinde dağıtılmasını öngören bir yasa teklifi getirir ("Lex Sempronia Agraria") ve yapılan oylamada bu teklifi halk partisinin büyük desteğiyle kabul edilir. Askerler de Tiberius'u desteklemektedir, uzun yıllar süren seferlere giden askerlerin toprakları yokluklarında zengin toprak sahipleri tarafından işgal edilmekte, askerler İtalya'ya geri döndüklerinde topraksız kalmaktadır, Tiberius'un yasası onları toprak sahibi yapmaktadır. Halkta büyük sevinç yaratan bu yasa devletin sahibi görünen toprak sahibi senatörlerin hiç hoşuna gitmez.


Octavius'un Tiberius tarafından kürsüden indirilişi
(Augustyne Mirys, 1760)
Her geçen gün Tiberius'un arkasındaki halk desteği artarken, "Devlet"te düşmanları da aynı hızla artar.  Tiberius'un başını çektiği reformistler ve yine Tiberius gibi bir parti lideri olan Marcus Octavius'un başını çektiği muhafazakarlar olarak senato ikiye bölünür. Tiberius Octavius'u senatoyu veto hakkının suistimaliyle bloke ettiğini öne sürerek muhafazakar partinin başından uzaklaştırmayı başarır. Bunu senatonun bir toplantısında herkesin önünde, biraz da zor kullanarak yapar, bu trajik ve önemli olayın oldukça detaylı bir tanımını, Octavius'un göz yaşları içinde, arkasında zengin senatörlerle kürsüyü terk edişini, Tiberius'un hayatını yazmış yunan tarihçi Plutark'ın "Hayatlar" adlı kitabında bulabilirsiniz.
Tiberius bir yıllık görev süresinin sonunda tekrar seçilmek için Roma'nın işgal ettiği Bergama Krallığı'ndan gelen savaş ganimetini toprak reformunu finanse etmek amacıyla kullanmayı, askerlik süresini kısaltmayı, sadece senatörlere ait olan davalarda juri olma hakkının herkese tanınmasını ve işgal edilen topraklarda yaşayan ve vatandaşlık hakkı olmayan "yabancı"ların Roma vatandaşlığına kabulünü öneren yasa tasarılarını da senatoya sunmayı vaad eder. Eğer tekrar seçilirse Tiberius'un reformları toprak reformuyla sınırlı kalmayacaktır, başka konularda da demokratikleşme vaad etmektedir.

Tiberius çiftçilere hitap ediyor

Tiberius'un oylamasının olduğu gün senatoda olağandışı bir gerginlik vardır. Kendini kral ilan ettirmek istediğini haykırır senatörlerden biri, ortalık karışır, çıkan arbedede dışarıda bekleyen taraftarlarına rağmen senatonun içinde toprak sahibi muhafazakar senatörler tarafından dövülerek öldürülür. Ölümünden sonra kardeşi Gaius, Tiberus'un açtığı yoldan ilerler ve reformlara devam etmek ister ama O'nun da sonu ağabeyi gibi olur ve zengin toprak sahipleri tarafından öldürülür.

Gaius  Gracchus'un Ölümü
(Francois Topino-Lebru, 1792)
Tiberius'un başlatmış olduğu toprak reformu denemesi, kurduğu kolonilerle ve yayılmacı politikasıyla inanılmaz bir büyüklüğe ulaşmış dev ülkelerini ve onun yarattığı büyük gelirleri hala bir küçük şehir-devlet'in yasalarıyla yönetmeye çalışan Roma Cumhuriyeti'nin ve Senatosu'nun sonunu getirmiştir. Tiberius'un başlattığı hareket toplu bir huzursuzluğa ve yaklaşık yüz yıllık bir iç savaşa sebep olmuş, Cornelius Sulla ve Julius Sezar gibi askerler darbelerle senatoyu feshetmişler ve en nihayetinde Gaius Julius Agustus 1453 yılına kadar sürecek imparatorluğu ilan etmiş ve geri dönülmeyecek biçimde kurumsallaştırmıştır.
Tiberius'un toprak reformu sonraki iki bin yıl boyunca insanlığın aklını meşgul edecek iki önemli soruyu ortaya çıkarmıştır:
Devlet zengin toprak ağalarının topraklarını fakir çiftçilere dağıtmalı mıdır? Toprak üzerinde yaşayanın, ekip biçenin hakkı mıdır?

Milattan Sonra 2010, Endonezyalı çiftçiler toprak reformu için yürüyor
Click here for English

18 Şubat 2012 Cumartesi

Imparator Julien (Dönek Julien), Son Pagan

Julien'in Louvre Müze'sinde
bulunan heykeli
30 Nisan 332’de Konstantinopolis’te Roma Imparatorluğunun ilk hristiyan hanedanlığı olan Konstantin Hanedanlığı'nın bir üyesi olarak doğan Julien (Flavius Claudius Iulianus), 361’den 363 yılına kadar süren 18 aylık hükümdarlığının sonunda savaşta aldığı bir yara sonucunda ölürken tarihe Roma İmparatorluğu'nun son pagan imparatoru olarak geçti. Anne ve babası hristiyan olan, gençliğinde Nicomedia (bugünkü Izmit) ve Kapadokya kiliselerinde döneminin önemli din adamları piskopos Eusebius ve Mardonius tarafından yetiştirilen ama kendi çabası ile klasik felsefe kitaplarına ulaşan ve yirmi üç yaşında Atina’ya giderek neoplatonik paganizme kendini veren Julien, 330’da hristiyan olan ilk imparator I. Konstantin ile resmiyet kazanan, Roma İmparatorluğu'nun II. yüzyıldan itibaren başlayan paganlıktan hristiyanlığa geçiş sürecini tahtta olduğu 18 ay için durdurmuş ve geriye paganizme döndürmüştür. Julien büyük mücadeleler sonucunda son 30 yıldır Konstantin Hanedan'ı ile imparatorluğun resmi dini olan ve bir çok ayrıcalık kazanan kiliseyi çok kızdırır ve haliyle bir çok düşman edinir.


312 yılında İmparator Konstantin'in Milvian Savaşı'ndan bir
önceki gece gökyüzünde gördüğü haç işaretiyle paganlıktan
hristiyanlığa dönüşü
Konstantin'in Din Değiştirmesi (Rubens, 1622)
Amcası Konstantius tarafından 355 yılında Batı Bölgelerinden sorumlu imparator yardımcısı olarak atanan Julien, 357 yılında Gaul’de kazandığı savaşlardan sonra ordusu tarafından 360 yılında Paris'te imparator ilan edilir ve doğunun komutasını elinde bulunduran, o esnada Antakya’da bulunan amcası Konstantius’la savaşmak için doğuya doğru yola çıkar ama aynı esnada amcası Konstantius hastalanarak ani bir şekilde ölünce bir iç savaşa sebep olmadan tahtı alır. O dönemde Roma’nın en büyük tehdidi olan Pers İmparatorluğuna karşı savaşır, yaklaşık bir yıl boyunca ordugahını Antakya’da kurar ve o esnada imparatorluğu’da yine Antakya’dan yönetir. 363 yılında Perslilere karşı savaşırken bir mızrakla yaralanır ve birkaç gün sonra ölür, düşman tarafından değil ordusundaki bir hristiyan asker tarafından öldürüldüğüne dair savlar vardır.
İmparator olarak yaşadığı, o zamanların koyu hristiyan kenti Antakya’da kiliseye getirdiği kısıtlamalar ve pagan ibadetleri nedeniyle yerel halkla sürekli gerginlikler yaşamış ve hatta paganlığa geri dönmemeye kararlı bağnaz Antakya halkına yazdığı “Misogopon” (sakallı korkusu) adlı eserinde hristiyanlığa karşı verdiği mücadeleyi, pagan dininin güzelliklerini, klasik felsefe ve entellektüel aydınlanmayı anlatır, aslında eserin satır aralarında hristiyan Antakya halkına kızgınlığı ve hayal kırıklığı vardır.
Julien'i öldürerek hristiyanlığı
kurtardığına inanılan Kapadokyalı
Aziz Merkürüs
 

"Neden hala Meryem'i Tanrı'nın anası olarak anmaktan vazgeçmiyorsunuz? Ya bugün İshak gelse ve ben Bakire'den doğan Tanrı'nın ilk ve sevgili kuluyum, tüm yaradılanların ilkiyim dese ne diyeceksiniz?"
Julien, Misopogon, 362, Antakya. 

O zamanlarda pagan dinlere inanan, eski zamanlara dönmek isteyen klasik felesefe taraftarları bir “siyasi sembol” olarak antik çağın filozofları gibi sakal bırakırken, yeni akım hristiyanlar ise traş olurlarmış, kitabının ismi “sakal korkusu” burdan gelir. İnsanlık hiç değişmemiş, demek ki bundan 1700 yıl öncede saç ve sakalla ilerici ve gerici olunabiliyormuş. Neyse konumuza geri dönelim, Julien çocukluğunda piskopos Eusebius ve Mardonius'dan aldığı sıkı din eğitiminden sonra, on sekiz yaşında kilisede görev almış biri olarak eski ve yeni ahiti son derece iyi biliyordu, "öteki"leştirilmiş bir konuya değil kendisinin de bir zamanlar bir parçası olduğu bir cemaate yaptığı eleştiriler bu sebeple oldukça kuvvetlidir. Kitabında kendi hayatının ilk yirmi yılını hristiyan olarak geçirdikten sonra son oniki yılda doğru yolu, güneş tanrısı Helios'un yolunu yani paganlığı seçtiğini söyler. (Aşağıdaki Bronnikov'un tablosunun güzelliğine, öndeki pagan rahibin İsa'ya benzerliğine dikkatinizi çekerim) 

Julien gibi Helios'a yani Güneş'e tapan paganlar.
(Pitagorasçılar Güneşin Doğuşunu Kutluyor, Fyodor Bronnikov, 1869)
Antakya'ya geçmeden önce Konstantinopolis'te imparator olarak geçirdiği 5 ayda son derece verimsiz, pahalı ve yolsuzlukla idare edildiğini düşündüğü devlet işlerini düzeltmeye ve bürokrasiyi azaltmaya çalışır. Çeşitli kaynaklarda kendini halkı ve senatosu ile muhattap olmayan yüce bir imparator değil, "primus inter pares" yani "eşitler arasında ilk gelen" olarak gördüğü, kanunları dikte etmek yerine senatoya giderek senatörleri ile tartıştığı anlatılır. Hristiyanlıktan paganlığa geçmesi nedeniyle “Dönek Julien” denmesinin yanı sıra klasik felsefeye olan düşkünlüğü nedeniyle “Filozof Julien” olarak da anılır. Ben Julienin kendisinden önceki imparatorlardan yaşam ve etikle ilgili yazıları “Düşünceler” adı altında yayınlanan, “Filozof Imparator” Markus Aurelius’a benzediğini düşünüyorum, her ikisi de klasik düşünceye kendini adamış, Platon’un kendilerinden yüzyıllar önce söylediği: “filozoflar devlet adamı yada devlet adamları filozof olmalı” idealini gerçekleştirmişler. Entellektüel birikim ve yönetim becerisi gibi aynı insanda genelde bir araya gelmeyen iki nadir özelliğe, aynı anda sahip olan ender insanlardan olduklarını düşünüyorum. Bütün bu iyi yönlerine rağmen, Julien ile ilgili yapılan en önemli eleştiri elitist ve despot yapısıdır, kendisinin de üyesi olduğu klasik eğitim almış elit pagan zümreyi her zaman fakir ve eğitimsiz gördüğü hristiyanlardan üstün görür, paganlığı halka zorla dayatır, halbuki o zamanlar hristiyanlık zaten tam da bu sebepten taraftar toplamaktadır. Julien'in elitist filozof ve despot tarafı daha sonra tam olarak aynı biçimde XVIII. yüzyılda Avrupa'da "Aydınlanmacı Despotizm" adıyla vuku bulur. Rusya'da II. Katrina, Avusturya'da II. Joseph, Fransa'da VII. Louis bugün batı medeniyetinin üzerine kuruluduğu akılcılığa ve aydınlanmaya inanmış ve bunu halklarına çaresizce dayatmışlardır. Aydınlanma ve despotizmin gibi iki ayrı uçtaki kelimelerin tarih boyunca yanyana gelişi insanlığın önemli paradokslarından biridir, malesef ilerleme despotizm olmadan gerçekleşmemekte gibi görünmektedir. 

İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin bahçesinde bulunan mezarı
Kendisinden sonra tahta, ilk icraatı kiliseye ayrıcalıklı pozisyonunu geri vermek olan hristiyan Jovian geçmiş ve Roma bir daha hiç bir zaman pagan olmamak üzere hristiyanlaşmıştır. Ölmeden önce son sözlerinin "sen kazandın Galileli (isa)" olduğu iddia edilir. Antik çağın paganları ilk hristiyanlar için Galileli dermiş, Galileli Judas ve arkadaşları Romalılara vergi vermeyi reddeden, sonları ölümle biten Yahudiyeli asilerdir. Klasik felsefe düşkünü, entellektüel ve aynı zamanda iyi bir devlet adamı (biraz da despot) olan bu antik Don Kişot eğer başarılı olsa ve Roma'yı paganlığa geri döndürmeyi başarsaydı ne olurdu diye düşünmeden edemiyor insan, acaba insanlık ortaçağı hiç yaşamaz mıydı?

Click here for English

4 Şubat 2012 Cumartesi

John Palaiologos VIII ve Floransa 1439 Katolik Ekümenik Konsülü


John Palaiologos VIII, Floransa ziyareti sırasında
Benozzo Gozolli tarafından yapılmış resmi (1439)

Palaiologos'lar Bizans'ı 1260 yılından 1453 yılına kadar yöneten, küçülme ve çöküş döneminde başta bulunan  hanedandır, John Palaiologos ise bu hanedanın sondan bir önceki, 29 Mayıs 1453 günü surlarda Fatih'in ordusuna karşı savaşırken can verdiğine inanılan son Bizans imparatoru Konstantin XI. Palaiologos'tan bir önceki imparatordur.

John Palaiologos VIII 1422 yılında II. Murat'ın Konstantinopolis kuşatmasından şehrini teslim etmeden kurtulmuş ama Osmanlılar'ın gittikçe artan tehdidine karşı 1439 yılında Floransaya giderek Katolik Kilisesi ve Avrupa ile destek bulabilmek umuduyla uzlaşmayı denemiştir. Katoliklik ve Ortodoksluk arasındaki dogmatik farklılıkları ortadan kaldırmak ve iki kiliseyi birleştirmek amacıyla Ferrera Floransa'da Papa VI. Eugene ile aralarında Bizans imparatoru John ve Konstantinopolis Patriği'nin de olduğu 700 delegenin katıldığı katolik ekümenik konsülünde başlıca tartışılan konu "filioque" yani her iki mezhepte farklı yorumlanan Yüce Ruh, İsa ve Tanrı'nın "üçlük" ilişkisinin biçim ve içeriği olmuştur. 


1439 Ferrera Floransa Katolik Ekümenik Konsülü

John Palaiologos Ortodoksluğun temel farklılıklarını yok saymak pahasına krallığını (yıl 1439 itibarıyla artık Bizans'a imparatorluk değil küçük bir krallık demek daha uygun olur diye düşünüyorum) korumak için, niyeti uzlaşmak değil köşeye sıkışmış Bizans'ı ve Ortodoks Patrikliğini dize getirmek olan konsülün karar metnine Papa Eugene ile birlikte imza atmıştır (Cyril Mango'nun The Oxford History of Bizantium adlı kitabında belgenin imzalı orijinalinin resmi bulunmaktadır). Halkını ve şehrini yaklaşan Osmanlı tehdidine karşı korumak için katolik batının yardımını alabilmek uğruna altına imza attığı ortodoksluğu bir nevi katolik romaya bağlayan "sözleşme" ortodoks doğu kiliselerinde hiçbir zaman kabul görmemiş, keza Batı'da söz verilen haçlı seferlerini (ki sonuncusunda Kudüs'e gitmek yerine Papa'nın emriyle Konstaninopolis'i işgal etmişlerdir) ya da askeri yardımları hiçbir zaman göndermemiş, sapkın adlettikleri Ortodoks Bizanslıları Osmanlılarla kaderlerine terk etmişlerdir. 

Bu noktada John Palaiologos'un yeri geldiğinde kendi kilisesi ve halkını karşısına alarak verdiği büyük uğraş yadsınamaz, bu Floransa yolculuğunun sonuna doğru karısı Trabzonlu Maria vebaya yakalanarak ölmüş fakat bu John'dan saklanmış, kışın ortasında Aralık ayında denizden yapılan geri dönüş yolu boyunca saklanan gerçeği imparator şubatta Konstantinopolis'e dönünce öğrenmiştir. 1448 yılında şehri düşmeden 5 yıl önce ölmüş ama her iki tarafın da imzalanmasından sonra geçersiz saydığı Floransa konsülü bildirgesi nedeniyle ömrünün geri kalanını kendi halkı ve kilisesi tarafından hain olarak suçlanarak geçirmiştir. Konsülden 14 yıl sonra, 29 Mayıs'ta şehir düşerken Papalık tarafından John'a söz verilen askeri yardım hiçbir zaman yola çıkmamıştır.